Henry David Thoreau: Ormandaki Harvard'lı

Henry David THOREAU ve “WALDEN GÖLÜ” ÜZERİNE:
(Walden; or, life in the woods 1854, Doğal yaşam ve başkaldırı 2007 Kaknüs)

Sıradışı edebiyat öğretmeni öğrencilerini bahçeye çıkartır. Pikaba klasik müzik plaklarından birini çalmaya başlar, ortaya bir top yerleştirir. Öğrencilerinden her birinin elindeki kağıtta birer aforizma yazılıdır. Yaşamla, özgünlükle, kendi olmayla ilgili bu aforizmaları okuyan her bir öğrenci yüksek sesle okuduğu aforizmanın ardından bu sözden sonra ait olduğu yazarın da ismini haykırıp şiddetli bir şekilde gerilip yerdeki topa bütün gücüyle vurur.
"Derinden yaşamak ve yaşamın özünü emmek, yaşamla ilgili olmayan her şeyi kökünden söküp atmak istiyorum" Hanry David Thoreau" İşte Ölü Ozanlar Derneği filmindeki bu sahne ile adını ilk kez duyup okumaya karar vermiştim. 

Thoreau 1817 de Massachusetts’ de doğdu. 1837 de Harvard College’dan mezun oldu. Birkaç hafta öğretmenlik yaptı ancak okul yönetimi kendisinden daha fazla disiplin istemesi üzerine öğretmenliği bıraktı. 1848 de bir insan ne kadar az çalışırsa kendisi ve içinde yaşadığı cemiyet için o kadar hayırlı olacağına inandığından meşhur “temel hayat” tecrübesine başladığında 28 yaşındaydı. Kendi inşa ettiği bir kulübede Walden gölünün kıyısında yalnız yaşadı.

İnzivaya çekildiği iki yıl boyunca Kilise ve seçim vergisi (kelle vergisi= pol tax) ödemeyi reddettiğinden hapsedildi. Hocası ve arkadaşı Ralph Waldo Emerson onun yerine vergisini ödeyip hapisten çıkarmak için yanına gittiklerinde aralarında şöyle bir diyalog geçer;
“Henry neden buradasın?”
“Waldo sen neden burada değilsin?”
Hayatında sadece iki kitabını bastırdı. 1000 adetlik bastırmış olduğu kitabının satılmayan 700 tanesi kendine iade edilmişti. “Şu anda kütüphanemde 900 kitap var ve 700 tanesini ben yazdım” diye günlüğüne not düşmüştür.
Emerson “Kim ki gerçek bir insandır, bir non-conformist olmalıdır” demiştir.
Thoreau “sadelik,sadelik,sadelik” diyen uzlaşma kabul etmez bir non-conformistti.

Walden gölü bir tabiat şiirinden ziyade bir sosyal tenkit eseridir. “Sivil itaatsizlik” adlı eseri ise toplumdan uzakta tek başına yaşadığı bir zamanda vergi ödemediği için tutuklanması üzerine yazıldığından eserler birbirinin anlam bakımından devamı niteliğinde sayılabilir. Bu nedenle bu iki eser genelde aynı ciltte basılırlar.


Tolstoy “sivil itaatsizlik” manifestosunu başucu kitabı saydığı ve okunmasını hararetle tavsiye etmiştir. Gandi Güney Afrika’da avukatlık yaptığı sıralarda Tolstoy ile mektuplaşıyordu. Sivil itaatsizliği başarılı şekilde uyguladığı bilinmektedir. Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasında büyük rol oynayan “Pasif direnişi” uygulayan Gandi’nin üzerinde Tolstoy ve Thoreau’nun etkileri açıktır.
Bu eser bir kitabın etkisinin suya atılan bir taş gibi dalga dalga etrafa yayılması, çağında anlaşılamasa da yüzyıl sonra bir ülkenin bağımsızlığına ilham kaynağı olabilmesinin güzel bir örneğidir.

Walden Pond, Thoreau’nun Klübesinin replikası.
Concord, Massachusetts, USA
Her yıl Thoreau sevenler hala burada buluşuyorlar,
blogları da var : www.thoreausociety.org




THOREAU AFORİZMALARI
(Doğal yaşam ve Başkaldırı kitabından seçilenler)

İnsanlar doğar doğmaz mezarlarını kazmaya neden mecbur olsunlar ki? Önlerine konan bütün malı mülkü bir kenara iterek insanca yaşamalılar.
İnsanların çoğu, yalnızca cehalet ve yanılgıları yüzünden hayatın ilgi gösterilecek sahte alanlarıyla ve aşırı ağır işleriyle o denli meşguller ki daha güzel meyvelerini toplayamıyorlar

Çağlar boyu ilerleme insan varoluşunun başlıca yasalarını pek az etkilemiştir; kendi kemiklerimiz büyük olasılıkla atalarımızınkilerden ayırt edilmeyecektir.

Yaşamın lüks ve konforu diyebileceğimiz çoğu şey zorunlu olmamakla kalmıyor aynı zamanda insanlığın yücelmesinin önünde birer engel teşkil ediyorlar. 
En akıllılar öteden beri yoksullardan sade ve basit bir hayat sürmüşlerdir.

Filozof olmak demek aklı, aklın emrettiği üzere yaşayacak kadar sevmek demektir. Akıl sade yaşamı; özgür cömert güvenle yaşamayı emreder. Bu yaşamın kimi sorunlarını sadece teoride değil, pratikte de çözmek demektir.
Filozof yaşamın maddi anlamında da çağının ilerisindedir. 
Beslenmesi, barınması, giyinmesi ısınmasıyla çağdaşlarından farklıdır.
Kişi yaşamı için zorunlu olanları temin ettikten sonra, gereksiz fazlalıkları edinmek dışında bir başka seçeneği daha var; mecburi çalışma yükümlülüğünü sona erdirip hayat macerasına atılmak.


Çoğu insan yamalı giysiler giydiğinde hayattan beklentisini de yitirecekmiş gibi davranır. Kırık bir bacakla sekerek dolaşmak, yamayla dolaşmaktan daha az rahatsız edicidir. Bacaklar kazaya uğrarsa tedavi mümkün, ama pantolon kazaya uğrarsa çaresi yoktur. Giyim olmadan insanların birbirine üstünlükleri nasıl belirlenecek?

İnsanın asli ihtiyacı beslenme ve ısınmadır. Giyim ve barınak tamamen ya da kısmen gereksizdir.

Eski giysilerimiz ne kadar eski ve pejmürde olursa olsun yenilerini edinmemeliyiz. Böyle davranmaya başlarsak kendimizi eskiler içinde yeni bir insan olarak görebiliriz.

Giysiler dış kabuğumuzdur onlardan sıyrılmadıkça sahte bir kimlikle dolaşmış ve kendi kendimiz tarafından dışlanmış oluruz. 

Her nesil eski modaya güler ama kendi zamanının modasını din gibi uygular.
Sadece ciddiyetle bakan bir göz ve samimiyetle yaşanan bir hayat bizi insanların kıyafetine gülme veya tapınmadan alıkoyar.
İhtiyaçtan fazlasını biriktirmenin tek avantajı bireyin cenaze masraflarının karşılanmasıdır.

Uygar insanın uğraşıları ilkel insanınkinden daha değerli değilse, o ömrünün büyük kısmını yalnızca temel gereksinimlerini karşılamak ve rahatlığa kavuşmak için harcıyorsa, neden ilkel insanın çadırından daha iyi bir barınağı olsun ki?

İnsanların çoğu bir evin ne olduğuna kafa yormuyor, kendi komşularının evlerinin aynısına sahip olmak için bütün hayatı boyunca gereksiz yere yoksul kalıyorlar.

Her zaman lüks şeylere daha çok sahip olmaya mı çalışacağız? Hiç olmazsa bazen de daha azıyla yetinmeyecek miyiz?

Bu gün evlerimiz mobilyalarla tıka basa doldurulup kirletilmiştir. Her sabah bunların tozunu alacağıma onları pencereden fırlatıp atmayı tercih ederim.
Dışarıda açık havada oturmayı tercih ederim.
İlk çağlarda insan yaşamının sadelik ve yalınlığı kişinin durağan bir yaşam sürmesini ama en azından doğa ile iç içe kalmasını sağlamıştır.
İnsanın barınağı bir çadırdı ve onu vadilerden geçip ovaları aşarken görebilirdiniz. Ama şimdi insanlar kendi oyunlarının oyuncağı olmuş durumdalar.
Dünyaya kazığı çakmış, cenneti unutmuşuz.

Bu dünya için bir aile malikanesi ötekisi için bir aile mezarlığı inşa etmişiz. En büyük sanat eserleri insanın bu durumdan kurtulmak için verdiği mücadelenin ifadesidir, ancak sanatımızın tek sonucu bu aşağılık konuma alışarak yüce konumumuzu unutmaktır.

Kendi evimizi yapma zevkini ebediyen marangozlara mı bırakacağız?
Bu ülkede en ilgi çekici konutlar genellikle yoksulların mütevazı kütükten yapılma kulübeleridir.
Eğer ev sakini evini gerçek anlamda kendisi döşese ve boyasa ev yapımı bir şey ifade ederdi; fakat evin ruhu, ev sakininden ayrıldıktan sonra ev yapmanın kendi tabutunu yapmaktan farkı yok. Böyle evin yapımına mezar mimarlığı diyebiliriz, zaten marangozun da diğer adı tabutçudur.
Bazı şeyleri ertelersen gençlikle birlikte seyahat hevesinin de yitirilmiş olacaksın.
Sürülerin insanlara sahip oldukları kadar insanların sürülere sahip olmadıklarını düşünüyorum.

Tam anlamıyla sade bir hayatı süren hiç bir toplum yani filozoflar toplumu, hayvan gücünü kullanmak gibi büyük bir aptallığa kesinlikle düşmezdi. İnsanlar gereksiz ve boş iş yapmaya başladıklarında bütün işi öküzlere gördürmeye başlayınca, en güçlünün kölesi olup sadece içindeki hayvana değil dışındaki hayvana da hizmet etmeye başlamıştır.

Milletler bıraktıkları işlenmiş taş miktarıyla hatıralarını sürdürme hırsına tutulmuşlar. Keşke davranışlarını düzeltme ve inceltme için benzer bir zahmete katlansalardı bir parça sağduyu aya yükselen bir abideden daha anlamlı olurdu.

Bir milletin işlediği her taş, mezarına giden yola düşenmiş demektir, diri diri gömer kendini.

Ticaret dokunduğu her şeye lanet bulaştırır, alıp verdiğimiz gökten gelen çağrıları bile olsa, işin içine alışverişin bütün laneti siner.

Günün en anılmaya değer vakti olan sabah bir uyanış saatidir. O vakitte insanda uykulu hal en azdır.

Güne değer katabilmek, sanatların en yücesi işte budur.

Ne yaşamın ta kendisi olmayanı yaşamaya ne de açıkça gerekmedikçe vazgeçmeye niyetim vardı. Derinden yaşamak ve yaşamın özünü emmek, azimle, Spartalı gibi yaşamak, yaşamla ilgili olmayan her şeyi kökünden söküp atmak, genişçe bir ot kümesini dibinden biçmek, hayatı bir köşeye sıkıştırarak en yalın anlamına dek soymak ve alçak olduğu ortaya çıkarsa dünyaya ilan etmek, yok eğer asil olduğu anlaşılırsa bunu sınayarak öğrenmek ve bir sonraki gezimde hesabını doğru verebilmek istiyordum.

Hayatımız ayrıntıda boğulup gidiyor.
Sadelik, sadelik, sadelik!
İşleriniz yüzlerce, binlerce olacağına iki ya da üç tane olsun derim.
Bir milyon yerine yarım düzine sayın, hesaplarınızı parmaklarınızın ucunda tutun.!

Sadeleştirin, sadeleştirin!

İnsanlar ticaretin, ihracatın, telgrafın ve saatte 30 mil sürat yapmanın gerekli olduğunu düşünürler, eminiz istediklerini gerçekleştireceklerdir; meçhul olan Habeş maymunu gibi mi yoksa insan gibi mi yaşayacağımızdır.

Bir filozof için haber denen şey, dedikodudur. Haber yazanlar ve okuyanlar da çay partisine gelmiş kocakarılardır.
Hile ve aldanışlar en sağlam doğrular olarak itibar görürken, hakikat martavaldan sayılıyor.

Bir günümüzü doğa kadar kendiliğinden yaşayalım.
Erken ve hızlı bir şekilde kalkalım. Kahvaltımızı yumuşak ve telaşsız yapalım. Güne hakkını verelim. Neden akıntıya takılıp sürüklenecekmişiz ki?                Akşam yemeği denen o hızla dönen girdaba kapılıp dibe çökmeyelim.

Mal edinirken, aile ya da devlet kurarken, şöhret yaparken birer ölümlüyüz. Ama gerçekle uğraşırken ölümsüzüz.
Değişimden ya da kazadan korkmamıza gerek  yok.

İyi okumak, gerçek ruha sahip gerçek kitaplar okumak, asil bir alıştırmadır. Bu alıştırma okuyucuya gündelik hayatın getirdiğinden çok daha ağır bir görev yükler. İyi okumak tıpkı aletlerin yaptığı antrenmanlar gibi bir disiplinden geçmeyi gerektirir. Kolay okuma seviyesinde kalındığında sadece okumamız değil, sohbetimiz, düşünmemiz de çok düşük seviyede kalıyor, pigmeler ve cüceler seviyesinde.

Karabatak cinsi insanlarız, yüksekten uçan, ama entelektüel uçuşları günlük gazete sütunlarının çok az üstünde seyreden bir tür.

Yalnızlıktan daha samimi ve sıcakkanlı bir arkadaş tanımadım. Dışarı çıkıp insanların arasına karıştığımızda odamızda olduğundan çok daha yalnız oluruz. Düşünen ve çalışan bir adam nerede olursa olsun her zaman yalnızdır.
Yalnızlık bir insanla yakınları arasındaki mesafenin millerle sayılmasıyla ölçülemez.

“Halkı idare eden sayın baylar, ceza uygulamaya neden gerek görüyorsunuz? Erdemi sevin ki insanlar erdemli olsun. Üstün bir adamın erdemleri rüzgar gibidir; sıradan bir insanın erdemleri çimen gibidir, üstünden rüzgar geçince eğilir.” KONFÜÇYÜS

Söyleyeceğiniz şeyi söyleyin, söylemeniz gerekeni değil.
Hakikat ne olursa olsun kandırmacadan daha iyidir.

Ne kadar kötü olursa olsun yaşamınızla buluşun ve onu yaşayın; yaşamdan kaçmayın ve ona küfretmeyin! Yaşamınız sizin kadar kötü değildir. En zengin zamanınız onun kadar en fakir göründüğü zamandır.
Sürekli kusur bulan cennete bile kusur bulur.
Yaşamınızı sevin, fakir haliyle de. Bir fakirhanede bile hoş, ürpertici ve ihtişamlı saatler geçirebilirsiniz.
Bana sevgi değil, para değil, ün değil, hakikati verin.

Çoğunluğun egemen olduğu bir yönetim, hiç bir durumda doğruluk üstüne kurulamaz. İyi ile kötünün ne olduğuna çoğunluk değil vicdan karar verir.

Önce insan olmalı, ne olursa olsun doğru bildiğini yapmak. Yasa bir parçacık daha doğru birazcık daha adaletli yapmaz kişiyi, aksine en iyi niyetlileri bile haksızlığın aracına dönüştürebilir.

Dünyayı harika bir yer yapmak için değil, burada yaşamak için geldim, ister iyi ister kötü olsun. İnsan her şeyi değil ancak bazı şeyleri yapabilir, her şeyi yapamayacağına göre de haksız bir şey yapması gerekmez.
İnsan komşularından daha haklıysa tek kişilik çoğunluğa varmış demektir.
Para çoğaldıkça erdem azalır; nedeni açık, para insanla amaçladıklarının arasına girer, ve onu ele geçirir. Para kişinin cevaplamak zorunda kalabileceği nice soruyu bir yana bıraktırır; yeni bir soruyu kişiye dayatır: Nasıl Harcamalı?.

Bir devlet aklın ilkeleri ile yönetiliyorsa, yoksullukla sefalet utanç vericidir; yok bir devlet aklın ilkeleriyle yönetilmiyorsa, varlıkla onur utanç vericidir. KONFİÇYÜS

Devlet bir insanın düşünsel ya da ahlaki kavrayışlarına karşı duramaz; karşı durabileceği en fazla bu kişinin gövdesi, duyularıdır Bir şeylere zorlanmak için doğmadım ben, kendi bildiğimce yaşamak isterim.
Görelim en güçlü kimmiş?
Kendilerine benzeyeyim diye zorlarlar.
Ben toplum makinesinin başarıyla işlemesinden sorumlu değilim.
Bir bitki kendi doğasına uygun biçimde yaşayamazsa ölür, bir insanda öyle.
Şöyle bir devlet düşlüyorum: Bütün insanlara karşı doğru olmayı gözeten, bireye sanki komşusuymuş gibi saygıyla davranan bir Devlet!

En az yöneten bir yönetim biçiminin en iyi yönetim biçimi olduğu deyişini canı gönülden kabul etmekle beraber, bunun daha hızlı ve daha sistematik biçimde gerçekleştiğini görmek isterdim, “Yönetimin en iyi biçimi hiç yönetmeyen bir yönetimdir” ve insanlar bunun için hazır oldukları zaman sahip olacakları yönetim biçimi de bu olacaktır.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

NEDEN E-KİTAP OKUYUCU? HANGİ E-KİTAP OKUYUCU?

Zengin Damaklar

Kil tabletten e-kitaba